Genel olarak insanlık için kabus gibi bir yıldı 2020. Herhalde her zaman böyle hatırlanacak; tabii 2021 bir sürpriz yapmazsa. Geçtiğimiz yıl bir çok önemli ve acil sorun buzdolabına kaldırılmak zorunda kalırken, gelir eşitsizliği, yoksulluk, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, sağlık ve eğitime erişim gibi hayati alanlarda önemli geriye gidişler yaşandı. Irkçılığın ve komplocu milliyetçiliklerin tavan yaptığı yılın kapanışı ise, Trump’ın giderayak oynadığı Kongre işgal denemesiyle yapıldı. ABD’nin, bu tür garip ve bilim karşıtı (düz dünyacılıktan iklim inkarcılığına her türden) komplocu akım ve hareketlerin uzun zamandır en verimli toprağı olduğunu bilmekle birlikte, bu son şamanlı-boynuzlu kalkışmada, 2020 kabusunun izlerini de bulmak mümkün. İklim ve çevre konuları da elbette bu gidişattan payını aldı.
Halbuki bir önceki başkan Obama, dünyanın tarihsel olarak en büyük karbon emisyon üreticisi olan ABD’yi büyük çabalarla iklim masasına oturtmayı başarmıştı. Ancak fosil yakıt lobilerinin Trump aracılığıyla yanıtının, “ortada bir masa falan yok” şeklinde olması, tüm dünyada iklim krizinden endişe duyanlarda derin bir kaygı yarattı. Anlaşmanın neredeyse tek çapası Avrupa Birliği kaldı diyebiliriz. Belirli bir konuda kararlı duruşun ve bunu sağlayan kamuoyunun ve kurumların tarihsel gücünün kanıtı olarak belki ilerde ders kitaplarında okutulabilecek AB’nin bu duruşunun en önemli çıktısı hiç kuşkusuz 2050’de karbon nötr kıta olma hedefi oldu. ABD’nin yokluğunda iklim trenine atlayan Çin ise şaşkınlık yarattı. 2060 yılında karbon nötr bir Çin taahhüdü kimsenin kolay kolay tahmin edebileceği bir gelişme değildi. Ama arkasından gelen karbon sıfır taahhütleriyle (Japonya, Güney Kore ve diğerleri), iklim bayrağının kolay kolay düşmeyeceği ortaya çıktı.
“İklim Değişikliği ile Birlikte Potansiyel İşleri Düşünüyorum”
2021 ise Joe Biden’ın ABD’yi iklim masasına hızla geri döndürmesiyle açıldı ve herkesin umudu yeniden yeşermeye başladı. ABD Başkanı’nın, Beyaz Saray’daki ilk saatlerinde imzaladığı ilk kararnamelerden biri ülkenin Paris Anlaşması’yla tekrar katılmasıyla ilgili oldu. Biden aynı anda, Obama’nın 7 yıl değerlendirdikten sonra çevresel nedenlerle Kasım 2015’te reddettiği ancak Donald Trump’ın onayladığı Keystone XL petrol boru hattı projesinin iptaline yönelik kararnameye de imza attı. Beyaz Saray’daki bir sonraki toplantıda, ABD için iklim krizine dayanıklı ve modern bir altyapı ve temiz enerji geleceği inşa etmenin milyonlarca iyi maaşlı sendika işi yaratacağını da açıklayan yeni ABD Başkanı, “Bu, gezegene yönelik varoluşsal tehditle başa çıkmanın ve ekonomik büyümemizi ve refahımızı artırmanın bir yolu. İklim değişikliğini ve bunun yanıtlarını düşündüğümde, potansiyel işleri düşünüyorum” dedi.
Bu sözler, sadece iklim konusundaki bir duyarlılığı değil; aslında ekonomi ve kalkınma konusundaki güçlü bir makas değişikliğine işaret ediyor elbette. Trump döneminde yüzleri gülen fosil yakıt ve kirli sektör lobilerinin, Biden döneminde bir hayli endişeli olduğunu görmemek imkansız. “Bir kalem darbesiyle, yönetim Amerika’nın parlak enerji geleceğini tersine çeviriyor ve bizi daha düşük çevre standartlarıyla üretilen yabancı enerjiye, daha fazla bağımlı olmaya doğru bir yola sokuyor” sözleri çıkarları zedelenmiş bir insanın, Amerikan Petrol Enstitüsü başkanı Mike Sommers’ın sözleri…
Fırtına Çıktı, Hortum Patladı
Ama dünya elbette ABD’den ibaret değil. Aynı esnada dünyanın dört bir yanında da iklim krizinin ve pandeminin ağırlaştırdığı ekonomik sorunların ağırlığı insanların ve toplulukların bellerini büküyordu. Meteoroloji Genel Müdürlüğü verilerinden derlenen bilgilere göre Türkiye’de geçtiğimiz Ocak ayı, son 51 yıllık dönem göz önüne alındığında en sıcak 2. Ocak olarak kayıtlara geçti. Türkiye’de 1971’den beri en yüksek ortalama sıcaklık 2003 Ocak ayında kaydedilmiş.
Ancak her zaman vurgulamaya çalıştığımız gibi toplam sınma artıyor ama iklim krizinin asıl tezahürleri aşırı iklim olaylarıyla kendini gösteriyor. Bunu görmek için en sıcak ikinci Şubat ayının bitiminden sonra sadece 10 gün beklemek gerekti. Tüm Ege bölgesini vuran şiddetli fırtına ve hortumlar, 16 kişinin yaralanmasına; onlarca teknen batmasına, tarih olan ev ve arabalara ve milyonlarca liralık zarara neden oldu. Arkasından gelen ve tüm Türkiye’yi etkisi altına alan aşırı soğuk ve kar yağışları gibi hava olaylarının da, yine iklim değişikliğine bağlı hava olaylarının eseri olabileceği uzmanlar tarafından dile getiriliyor.
Tren Kaçarken, Seyredenler
Bütün bunlar gerçekleşirken ne yazık ki Türkiye halen Paris İklim Anlaşması’nın imzalamayan dünyadaki son yedi ülkeden biri. Diğer altı ülkeyi sayalım: Eritre, Güney Sudan, Irak, İran, Libya ve Yemen. Bu değersiz yalnızlığın anlamsızlığını anlatmaktan biz yorulduk ama yöneticilerin sessizliği sürüyor. Aynı esnada, tüm pandemi koşullarına karşı, Avrupa Birliği bir iklim yasasına doğru ilerleyen Yeşil Mutabakat konusundaki çalışmalarını harıl harıl sürdürüyor. Yeşil Mutabakatın önemli ve özellikle üçüncü taraflar arasından fark yaratacak düzenlemelerden biri olan Karbon Sınır Düzenleme Mekanizması konusunda önemli ilerlemeler mevcut.
Son olarak Avrupa İklim Eylem Ağı (CAN Europe) Türkiye İklim ve Enerji Politikaları Koordinatörü Özlem Katısöz’e göre yeni düzenleme, düşük karbonlu ekonomiye geçmeye karar verecek bir Türkiye için iklim finansmanı fırsatına dönüşebilir. “Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması, endüstriyi karbonsuzlaştırma sürecinde AB sanayileri için eşit bir oyun alanı sağlamayı ve Türkiye gibi AB ile etkileşim içinde olan ekonomileri de teşvik etmeyi amaçlıyor. AB, ihracatının neredeyse yarısını AB ülkelerine yapan Türkiye için büyük önem taşıyan bir ticaret ortağı. Türkiye henüz Paris Anlaşması’nı onaylamadığı için mekanizmaların tartışıldığı küresel iklim gündeminin bir parçası olma fırsatını kaçırıyor. Anlaşmayı hemen onaylayarak harekete geçmeli. Bu, Türkiye’de düşük karbon ekonomisine geçişi mümkün kılacak bir Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması’nın tasarımı için AB’yi etkileyebilmenin ilk ve temel adımı. Türkiye, mekanizmadan kaçınmak yerine bunu kendi endüstrilerinin karbon ayak izini azaltma ve bir iklim finansmanı desteğine dönüştürme fırsatı olarak görmeli”.
Açıkçası genel olarak uzun vadeyi kısa vadeli çıkarların, yani ekolojiyi ekonominin üzerinde tutan çevre odaklı sivil toplum kuruluşlarının bile ekonomik bir fırsat penceresi gördüğü bu alandaki kamu yöneticilerinin genel ilgisizliği ve hareketsizliği dikkat çekici. Bu duruma dair yakın zamandaki tek ses Sanayi ve Teknoloji bakanı Mustafa Varank’tan geldi. Birleşik Krallık Ticaret Bakanlığının katkılarıyla düzenlenen Birleşik Krallık Teknoloji Haftası etkinliğinde video konferans yöntemiyle yaptığı konuşmada Varank, AB’nin “Sınırda Karbon” ve “Döngüsel Ekonomi” düzenlemelerini hayata geçirdiğini belirterek, “AB’deki bu gelişmeleri iyi okur ve gerekli önlemleri zamanında hayata geçirebilirsek bu dönüşümü büyük bir avantaja çevirebiliriz” dedi ama bunun gereklerinin yerine getirilmesi için yapılması gerekenler, sözgelimi ilk adım olarak Paris İklim Anlaşması’nın TBMM onayından geçirilmesi konusunu yine ağzına almadı. Bu sözlerden geriye kalanlar asıl şu ifadeler: “Gelişmeleri iyi okursak ve gerekli önlemleri zamanında hayata geçirebilirsek”. Peki bunları yapmanızı engelleyen ne? Veya bu zamana kadar kim engelledi? Sayın Varank’a yöneltilmesi gereken başka bir soru göremiyorum açıkçası çünkü o pozisyon, zaten bunun gibi gelişmeleri okumak ve gerekenleri yapmak için var…
İklim değişikliği ve sürdürülebilirlik Türkiye kamu yöneticileri tarafından, ne yazık ki hiç vermeden hep almaya odaklı bir yaklaşımla değerlendiriliyor çok uzun zamandır. Ya da bir al-ver ilişkisine veya mal pazarlığına. Ancak 21. Yüzyılın dünyasında, hele böyle bir konuda böylesine kısır ve tek yönlü bir yaklaşımın neredeyse hiç şansı yok. Siz trene atlamak istemedikten sonra, kim sizi sırtında trene taşıyabilir ki!