Dış ticaretimizde %49 civarındaki payıyla en önemli partnerimiz olan AB’nin, Yeşil Mutabakat diye adlandırdığı yeni büyüme stratejisini de gerek ekonomimizin yeşil dönüşümü gerekse Türkiye’yi AB’nin tedarik zincirinin en güçlü halkası olarak konumlandırma açılarından bir gelişme ve ilerleme fırsatı olarak değerlendirmeliyiz.
2019 yılında dijitalleşmenin yıkıcı rolüne ve geleceği nasıl şekillendireceğine dair tartışmaları yaparken, 2020 itibarıyla dijitalleşmenin hızla içselleştirildiğini ve yıllardır daha çok “çevre” camiasında konuşulan iklim değişikliği konusunun gündemin en üst sırasında pandemiyle beraber yer aldığını görüyoruz. Küresel rekabete yön veren ülkelerce açıklanan “toparlanma planları” da, tüm ekonomik daralmaya rağmen iklim değişikliği ile mücadeleye yönelik perspektiften ödün vermiyor. Dünya Ekonomik Forumu (WEF) son yıllarda bulaşıcı hastalıklarla iklim değişikliğini hem etki hem olasılık açısından gezegenimizin en muhtemel riskleri arasında gösteriyordu. Ama küresel risklerin etkilerinin boyutlarının ne kadar zorlu olabileceğini bize pandemi gösterdi. Nitekim, “WEF 2021 Küresel Riskler Raporu” da önümüzdeki 10 yılda gerçekleşmesi muhtemel en önemli 10 riskin yarısının hem olasılık hem de etki bağlamında iklim değişikliğiyle bağlantılı olacağını ortaya koyuyor.
“Paris Anlaşması Stratejik Önceliğimiz”
Bilimi temel alan tüm politika çalışmalarında da konu gerek seragazı emisyonlarını azaltma gerekse iklim değişikliğinin etkilerine uyum eksenlerinden tartışılıyor. İ klim değişikliğinden en fazla etkilenecek bölgeler arasında olan Akdeniz Havzası’nda yer alan ülkemiz açısından da bu konunun kritik önemde olduğuna inanıyoruz. TÜSİAD olarak 90’lı yıllardan bu yana öncelikli çalışma alanlarımız içinde yer verdiğimiz çevre ve iklim değişikliği konularını gündemimizde en üst seviyede konumlandırmaya devam ediyoruz. Bu anlayışla, 2017 yılında kabul edilen “İklim Değişikliğiyle Mücadelede TÜSİAD Tutum Belgesi”nde Paris Anlaşmasını stratejik öncelik olarak ortaya koyduk ve ülkemizin düşük karbonlu kalkınma modeline geçmesinin önemini vurguladık. Aktif olarak yer aldığımız ulusal ve uluslararası platformlarda da yeşil ekonomik büyümeye yönelik savunuculuğumuzu güçlü bir şekilde sürdürüyoruz. Kuşkusuz etkileri sınır tanımayan bu küresel tehdit ile mücadelede küresel düzeyde işbirliği kritik rol oynuyor. Bu anlayışla, bu yılın başında 2021’in Türkiye’nin Paris Anlaşması’nı onayladığı yıl olması temennimizi de ifade ettik.
Çevresel önemi tartışmasız olan bu konuyu, politika yapma süreçlerine somut katkı sunma hedefiyle ekonomik etkileri boyutunda da irdeledik. 2018 yılında enerji sektörüne yönelik gerçekleştirdiğimiz “Sürdürülebilir Gelecek için Sürdürülebilir Enerji” raporu çalışmasında ise “3D” yani “düşükkarbon”, “dağıtık” ve “dijital” dönüşümü merkeze alan sürdürülebilir kalkınma senaryosunun arz güvenliğini sağlamanın yanı sıra en yüksek seviyedeekonomiye ek katma değer ve yeni istihdam alanları yaratma potansiyeli olduğunu ortaya koyuyor. 2019 yılında gerçekleştirdiğimiz “Tarım ve Gıda 2020” Raporumuzun beş ana başlığından birini iklim değişikliğinin etkileri oluşturdu. Rapor 1,1 – 1,3oC’lik sıcaklık artışlarının 2050’lerde GSYH’de %1,4’luk azalma, küresel seviyede rekabetçi olduğumuz ürünlerin verimliliğinde ise %40’lar seviyesine varan düşüşler şeklinde model bulgularına işaret ediyor.
Yeni iklim rejiminin etkilerini kapsamlı bir şekilde ele aldığımız “Ekonomik Göstergeler Merceğinden Yeni İklim Rejimi Raporu” çalışmasında ise, emisyon ticaret sistemi öngören ve oluşan fonun yeşil dönüşüm amacıyla kullanıldığı, yenilenebilir enerji ve enerji verimliliğinin merkeze alındığı bir “yeşil ekonomik dönüşüm” yapısının kararlılıkla hayata geçirilmesi durumunda; 2030 itibarıyla GSYH’nın AB Sınırda Karbon Vergisi’nin uygulandığı senaryolarla -ton başına 30 avro ve 50 avrokıyaslandığında sırasıyla %5,7 ve %6,6 daha yüksek; seragazı emisyonunun ise sırasıyla %16,5 ve %15 daha düşük olacağı hesaplanıyor.
Tüm bu çalışmalar, yeşil büyüme modelinin şirketler için yarattığı yatırım ihtiyacı yanında çevresel, toplumsal ve ekonomik faydalarına; gerek milli gelir, gerekse seragazı emisyonlarında anlamlı iyileştirmelerin sağlanabileceğine işaret ediyor.
Yeşil Mutabakatı Gelişme Fırsatı Olarak Görmeliyiz
İş dünyasının sürdürülebilirlik ve iklim değişikliğiyle mücadele bağlamında önemli bir farkındalık seviyesine ulaştığını; gerek iş yapma modelleri gerek yatırım planlamaları içine bu konuları dahil etme yönünde ciddi bir çaba içinde olduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan, değer zincirinin tamamında kaydedilmesi gereken yeşil ekonomik dönüşümün boyutları değerlendirildiğinde kararlılıkla ve vakit kaybetmeksizin uygulanacak kapsamlı bir yol haritasına olan ihtiyacı da görüyoruz. Bu süreçte bilimsel temelli ve konuyu tüm boyutları ile ayrıntılı ele alan etki analizleri üzerine inşa edilen; politikalar arası tutarlılığı ve bütüncüllüğü sağlayan, katılımcılıkla hazırlanmış, öncü ve gelişmiş (ticaret partnerimiz olan) ekonomilere paralel karbon-nötr olma hedefi belirleyen, uygulanabilir tedbirler içeren somut bir yol haritasını hayata geçirmemiz gerekiyor.
Üretim kalıplarında çevresel ve iklim dostu dönüşümü hızlandıracak yatırım planlamalarında, hızla gelişen teknolojiler vasıtasıyla kaynak ve enerji verimliliği yönündeki inovasyon çalışmalarının ivmelendirilmesinde kamu destek politikaları önemli bir kaldıraç rolü görecektir. Bu itibarla, yeşil ekonomik dönüşümün başarısında kamunun, iş dünyasının ve tüketici rolündeki bireylerin sinerjisinin temel belirleyici olacağını söyleyebiliriz. Bu bağlamda, dış ticaretimizde %49 civarındaki payıyla en önemli partnerimiz olan AB’nin, Yeşil Mutabakat diye adlandırdığı yeni büyüme stratejisini de gerek ekonomimizin yeşil dönüşümü gerekse Türkiye’yi AB’nin tedarik zincirinin en güçlü halkası olarak konumlandırma açılarından bir gelişme ve ilerleme fırsatı olarak değerlendirmeliyiz.
Sınırda Karbon Düzenlemesi Kritik Öneme Sahip
AB’nin 2050 yılında iklim nötr olma hedefini gerçekleştirmek için açıkladığı Avrupa Yeşil Mutabakatı’nın –temiz enerji, döngüsel ekonomiye yönelmiş sanayi, enerji ve kaynak etkin inşaat, sürdürülebilir ve akıllı mobilite, tarladan sofraya çevre dostu gıda sistemleri, sıfır kirlilik gibi- tüm politika alanlarına değinen unsurlarını incelediğimizde sadece çevresel tedbirleri değil AB’nin rekabetçiliğini artırma, üretimi AB sınırları içinde tutma ve stratejik otonomi gibi hedefleri de güden bir perspektif izlendiğini biliyoruz. Aynı zamanda dijital teknolojiler yoluyla veri paylaşımının derinleşmesinin ve karbon ayakizinin takibinin öngörüldüğü bir sistemin de düzenlemelerin parçası olarak kurgulandığını görüyoruz. Bu çerçeve içinde AB’nin iklim nötr kıta olma hedefiyle uygulamaya koymayı öngördüğü “sınırda karbon düzenlemesi” AB’ye ihracatımızın hacmi ve çeşitliliği göz önüne alındığında ekonomimiz açısından ayrıca kritik önem taşıyor. Bu mekanizmanın ayrıntılarını, hangi sektörlerde ve hangi takvimde uygulanacağını haziran ayında açıklanacak Komisyon önerisi ile göreceğiz. Ancak karbon kaçağı olma riski olan -demir/çelik, çimento, tekstil gibi sektörlerin öncelikli ele alınabileceğini; ilgili ürünler itibarıyla tüketimde veya gümrükte karbon vergisi uygulanması ya da AB Emisyon Ticareti Sistemi’nin ithalata uygulanması gibi ticaret süreçlerini doğrudan etkileyecek farklı uygulama metotları üzerinde çalışıldığını biliyoruz.
Bu mevcut öngörülerden hareketle bir Rapor çalışmasını geçen Eylül ayında tamamladık. Bu çalışmada AB sınırda karbon düzenlemesi devreye girdiğinde Türkiye’den AB’ye ihracat yapan sektörler üzerine olası etki 24 üretici sektör üzerinden analiz edildi ve Türkiye ihracatının maruz kalabileceği toplam karbon maliyeti (faturası) ortaya kondu. Sektörlerin ihracat düzeyleri ve karbon yoğunlukları 2018 yılındaki şekilde devam ederseton başına verginin 50 avro olması durumunda maruz kalınabilecek vergi yükünün yıllık 1,8 milyar avroya kadar çıkabileceği hesaplandı. AB’nin bu planlamasının yanı sıra ABD, Birleşik Krallık, Kanada gibi ülkelerin de gündemlerinde sınırda karbon düzenlemesinin konuşulmaya başladığını, 130’u aşkın ülkenin karbon nötr olma hedefi üzerinde çalıştığını, DTÖ bünyesinde çevresel ürün ve hizmetler konusuna yeniden odaklanıldığını değerlendirdiğimizde ülkemizde de kapsamlı politika ihtiyacı giderek daha da kritik hale geliyor. Kamunun kararlı bir şekilde yeşil ekonomik dönüşüme hizmet edecek tedbirleri mevzuata yansıtması; bu süreci kamu alımları ve kamu destekleri ile ivmelendirmesi; iş dünyasının da iş yapma stratejilerini, üretim modellerini bu dönüşüm ekseninden planlaması ve bu geçişi yatırım planlamalarına hızla yansıtması gerekiyor. Bu süreçte, enerji yoğun sektörlerimizin stratejilerini oluşturmaları kuşkusuz özel önem arz ediyor.
Türkiye ekonomisinin enerji yoğunluğunun azaltılmasında ve karbon salımlarının asgari seviyeye indirilmesinde yenilenebilir enerji kaynakları ve enerji verimliliği potansiyelimizin itici güç oluşturacağına inanıyoruz. Yeşil finansman araçlarının çeşitlenmesi ve yaygınlaşması; giderek önemi artacak ESG’nin iş yapma modellerinde içselleştirilmesi de dönüşümün kaldıraçları niteliğinde olacaktır. Kamu tarafında Ticaret Bakanlığı koordinasyonunda yürütülen Yeşil Mutabakata yönelik Eylem Planı çalışmaları, Çevre ve Şehircilik Bakanlığınca uygulamaya konacağı açıklanan 2050 Ulusal İklim Değişikliği Stratejisi ve Eylem Planı iş dünyasının öngörebilirliği açısından kuşkusuz önemli bir çerçeve olacaktır. Gerek bu yöndeki ulusal çalışmalara gerek AB tarafından yürütülen istişare süreçlerine de görev güçlerimiz ve raporlarımızla somut katkı vermeye gayret gösteriyoruz